Kehribar Geçidi

 

                                  



          M.S. 299 yılında , Darphane işçisi bir kölenin, Roma Darphanesi tarafından basılan binlerce sikkeden birinin üzerine indirdiği bir çekiç darbesi ile başlıyor hikaye. Putperest Diocletianus’un sağ gözünün pınarında, gözyaşı damlasına benzeyen vuruk izli bu kusurlu sikkeyi kimse farketmiyor. Okumaya başladığınız anda bu sikke ile birlikte tarihte uzun bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Kimi zaman Colosseum’da kimi zaman Senatörler Meclisinde kimi zaman  bir lahit kopyacisinin dükkanında, kimi zaman ise kurak çöllerde Bedeviler arasında buluyorsunuz kendinizi.

            Bu yolculukta size dönemin önemli şahsiyetleri eşlik ediyor. Azatlı Köle Vitalis ve Senatör arasında geçen , hür olmak , insan olmak nihayetinde kul olmak ile ilgili derin sohbetleri dinliyorsunuz.Tek talebi var Vitalis’in “ölümden değil , yaşamdan razı olmak.”  Sonra Efes’li Linus’un dükkanının önünden geçiyorsunuz. Efes’ten Roma’ya lahit taşıyan bir gemi ile, lahitlerden birin içinde yaptığı uzun ve tehlikeli yolculuktan sonra, yolunun nasıl Roma’ya düştüğünü öğreniyorsunuz. Yüreğinde taş oyuculuğu yatarken ömrünü bir lahit kopyacısı olarak geçirişini , son eserinin görkemini asırlar sonraya yüreğinin bir imzası olarak bırakışını izliyorsunuz. Oradan Forum’a geçiyorsunuz . Hatipleri dinliyorsunuz bir müddet Forum’da sonra Efendi Naso ile karşılaşıyorsunuz. Onunla birlikte İskenderiye Kütüphanesi’ne rakip olan, tüm dünyadan özenle bulup getirttiği , uğruna servet harcadığı el yazmaları ile dolu devasa kütüphanesine gidiyorsunuz . Hayattaki en büyük korkusu bir yangınla küle dönmesi bu muazzam kütüphanenin. Mezarı kütüphanesinin tam ortasında olsun, ölümden sonraki hayattan dileği  bu. Yaşamdan dileği ise bir kez olsun avukat olarak bir savunma yapabilsin, okuma yazma bilmese de bunu bir gün gerçekleştirebileceğine inancı da tam üstelik. Yazıcı Köle Simonides bu kütüphanenin tasnif sorumlusu, ilk kütüphanede tanışıyorsunuz onunla. El yazması rulo kitapların kadim bilgilerle dolu dünyasında dolaşıyorsunuz . O’nun Hanımefendi Sabina’ya duyduğu aşkı ve bu aşkı ifade eden şiirleri ile bir sevda masalının tam ortasına düşüyorsunuz.

           Yazıcı köle Simonides ile Kandilci Feliks’in yolları ise bir gemide karşılaşıyor. On dokuz yaşına kadar tüm ömrünü uzun sütunlar , tütsüler ve hastalıklar arasında Şifa Tapınağında geçirmiş Feliks. Yaşama dair bildiği tek şey kandil yakmak ve gece tapınağın tepesinden yıldızları seyretmek. Kalan hayatı ise Şifa Tapınağı, Tanrı Odası , din adına üretilen bitmek bilmeyen ritüeller, sunulan adaklar, parası olmayan insanlardan tek geçim kaynakları olan hayvanlarını kurban etmelerini isteyen zalim kurallar arasında geçiyor.

                          

           Feliks’in yolculuğu boyunca hayatı ve aşkı keşfedişini izliyorsunuz. Tapınak için şifalı otlar ararken bir gün Uykusuz Çoban Fazelis ile karşılaşıyor Kandilci Feliks’in yolu. Böylece Fazelis’in sadeliğin bilgeliği ile dolu hayatına misafir oluyorsunuz tabii onunla birlikte bir de rehber köpek Kehribar’ın misafiri oluyorsunuz. Onlar Roma’yı halkın baktığı yerin üstünden, bir dağın tepesinden seyredenler, yukarıdan sevinçler de acılar da çok başka görünüyor olmalı ki “Yok olacak birinin yok olacak bir dünya için dertlenmesinin ne kadar manasız ” olduğunu herkesten önce görenler onlar, Fazelis ve Kehribar…

         Gezgin Al-Mina ile Sur kentinden çöllere, oradan Roma’ya uzanan hakikat yolculuğunda seyahat ediyorsunuz. Morların Melikesinin hikayesini dinliyor , denizin kokusunu ciğerlerinize çekiyorsunuz. Bir çöl masalının içine düşüyorsunuz Raşida ile.  Aşkı tanırken, kendini unuturcasına, dünyada bir tek o varmışcasına sevdaya düşerken Mina , hakikatin acı tokatı çarpıyor yüzüne. Sonrası büyük bir acı ve büyük bir tövbe…Seyyah olup yollara düşüyorsunuz böylece.

          Barbar Yüzbaşı Geta ile savaşın insanı nasıl katılaştırabileceğini , konuşmaktan,kendini anlatmaktan nasıl da vazgeçirebileceğini görüyorsunuz. Alica ile tanışıyorsunuz. Zarif bir buğday başağı gibi sallanıyor önünüzde silüeti. Şimdi siz de arenada kalabalığa boş gözlerle bakarken yüzbaşı ile aynı soruyu soruyorsunuz  :  On binlerce kişiden hiç mi birinin içinden merhamet duygusu geçmemişti? Kimse koymamış mıydı kendisini seyrettiğinin yerine?

        Sonrası asırlık bir yolculuk. Bu yedi inanan insanın, vicdanın en derin sesiyle, kalbin tüm hücreleri ile, saf sevgi ile bağlandıkları inançları uğruna çıktıkları 309 yıllık bir yolculuk.  Saçları Kudüs’ün rüzgarında dağılan nebinin, Nasıralı İsa’nin yolundan gittikleri için  çürümüş, vahşi Roma’nin onlara kestiği cezalardan ,işkencelerden kaçarken birleşiyor yolları.  Birbirlerine hikayelerini ve kalplerini açıyorlar bir mağara ateşinde, derin dostlukları böyle başlıyor. Bir gün gibi süren asırlık uykularından uyandıklarında Roma’nin bu küflü inancının, çarmıhların, tanrılara kesilen kurbanlarin sonunun geldiğini gözleri ile görüyorlar. İnandıkları dinin egemen olduğu yıllarda Kilise arşivcisi Sebastian ile bu yeni Roma’yı geziyor , yılların getirdiği değişikliklere tanık oluyorlar. Altın nakışlı mor kaftanlarının içindeki psikoposlara, insanların uğruna diri diri yakılmayı göze aldıkları dinin , ilk yıllarında nasıl yaşandığını anlatsalar da bir türlü ikna edemiyorlar. Din adamlarının dilinde tek bir söz var, kazanımlar, yıllar boyunca süren kazanımlar. Bunlar som altından yapılma sunaklar, giysiler, taşlı yüzükler, halktan toplanan bağışlar…Dinin bugününü gören Azatlı Köle’nin dilinden  Hasmında kınadığın ne varsa onun içinde saplanıp kalmışsın.” ayeti dökülüyor. Köleliği kabul eden, kadınların günahkar olduğunu söyleyen din ile 309 yıl önce  tek Tanrı’ya inandıkları için uğruna diri diri yakılma cezası aldıkları din aynı din mi?

 “Tanrım” diyor azatlı köle. “Aynı kitap nasıl oluyor da hem celladı hem kurbanı yaratıyor? Aynı kitap, aynı peygamber nasıl bu iki insana da esin veriyor? Tanrım, bu kitap senin ama kul yorumluyor. Bu kitap ahlakların da üstündeki ahlakı önermek için gelmedi mi?

 “Gidecek yer yok.” diye mırıldanıyor Yazıcı köle. Bu dünya yaşanacak bir yer değil ve bu karanlık, sefalet içindeki Roma dünkünden daha az tehlikeli bir yer değil.

Halk gönüllü aldanmaya dünden razıyken ve bir sihir içinde yaşadığını bilip ve kendisini uyandırmaya kalkışanın karşısına dikilirken ;

Bunca uyuyan arasında uyanık kalmanın sırrı belki de derin ve hakiki bir uykuya dalmak...

Yorumlar

Popüler Yayınlar